Ali Bulaç’ı anlayabiliyorum. Tıpkı bir cerrah hassasiyetiyle özene bezene, bir nakkaş edasıyla işlediği ‘İslamcılık’ tarifinin, İslamcı köklere sahip bir partinin elinde eridiğini görerek kuşkusuz kahroluyordur.
Bulaç, Mümtaz'er Türköne’nin de yazdığı gibi, İslamcılığı 'yeni' bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslâm birliğini hedefleyen entelektüel, ahlâkî, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası hareket’ olarak görüyor.
Müslüman bireylerin de mutlaka bu tanıma uygun şekilde idealize olması gerektiğini düşünüyor.
Bulaç bu beklentisinde haklı olabilir.
Ancak bunu 28 Şubat süreci sonrasında ‘Erbakan’ın kanlı mı olacak, kansız mı olacak retoriğinden, ‘Muhafazakar Demokrat’ retoriğine geçmiş bir partiden beklemesi ne denli doğru olur, tartışmalıdır.
‘İslamcılık’ özünde, Batı karşısında yenilmiş ve kolonize edilmiş İslam coğrafyasında ortaya çıkmış bir çığlıktır. Kuşkusuz, burada demokrasiyi, ‘demon-krasi’ ve kapitalizmin bir ajanı-taşıyıcısı olarak gören ve sistem içinde yer almaya karşı çıkan militarist-cihadist İslamcılıkla, sistem içerisinde yer edinerek- partileşerek mücadele etmeye çalışan siyasal İslamcılık arasında ayrım yapmamız da gerekiyor.
Mısırlı İslam alimi Seyyid Kutub'un anti-batıcı, demokrasiyi batıl gören sert uslup ve yaklaşımı kuşkusuz radikal İslamcı hareketleri etkilemiş olmalıdır. Kutub’un hayatına bakıldığında, siyasal görüşlerinin oluşmasında, Amerika’da bir akademisyen olarak geçirdiği dönemde, Amerikan popüler kültürüne ve yaşam biçimine duyduğu öfkenin önemli bir yer tuttuğu düşünülebilir. Bununla birlikte içinde bulunduğu topluluğun hapishanelerde çektiği işkenceler kuşkusuz Kutub'un görüşlerini etkilemiş olmalıdır.
Türkiye’nin kolonize olmamış olması ve Batı’yla her zaman interaktif bir ilişki içinde olması Türkiye’de Radikal İslamcılığın geniş ölçüde zemin bulmasına imkan tanımamıştır.
Türkiye’de zemin bulan İslamcılık, merhum Necmeddin Erbakan’la vucut bulan Milli Görüş hareketi, her ne kadar Mısır’lı Müslüman Kardeşler’le anti-batıcı, anti-kapitalist ve anti-emperyalist retorik bağlamında benzerlik gösterse de aslında sistem içi bir akım olmuştur. Nitekim, Radikal İslamcıların kapitalizmin bir ürünü olarak gördükleri demokratik, laik, ulus devlet sistemi içerisinde Necmeddin Erbakan bir kez Başbakan yardımcısı, bir kez de Başbakan olmuştur.
Turgut Sunalp’in şu sözleri önemlidir: 'İrtica Türkiye'de hiçbir zaman rejim açısından tek başına tehlike olmamıştır. Dün de değildi bu gün de değildir. Türkiye'yi asıl tehdit eden tehlike, bölücü unsurlar ve sol örgütlerdir. Başbakan Erbakan ve partisi rejim açısından bir tehlike olmadığı gibi 'toplumu kontrol altında tutacak tek lider' Erbakan'dır. Erbakan eskiden partisinin içindeki aşırı grupları kontrol edemiyordu. Ancak şimdi hepsini bir çatı altında tutabildiği açıkça görülüyor. Erbakan akıllı bir adamdır. Zamana göre davranmış ve başarılı olmuştur.' (Yeni Şafak 18.3.1997) (Bitmiyen Mücadele, Erbakan-Metin Hasırcı)
Buradan da anlaşıldığı gibi, aslında merhum Necmeddin Erbakan ve partisi Türkiye’de cemaatler ve tarikatler vasıtasıyla İslamileşen bireyleri Türk siyasetine mobilize etmiş ve sisteme entegre etmiştir.
Erbakan’ın kapitalist sistemin temelinde, dünya bankacılık sistemi, onun temelinde de kağıt para olduğunu düşünen ve buna karşı, İslam ülkelerinde kullanılmak üzere, altın ve gümüş olmak üzere ortak bir para birimini kullanmayı öneren İskoç asıllı Şeyh Abdülkadir Es Sufi ve talebelerini 1996’da Türkiye’ye davet etmesi ve bu konuda toplantılar tertip etmesi kuşkusuz İslamcı siyasetin göstergelerinden biridir. Ancak rasyonel bulunmamıştır. İslam ülkelerinde bugün dahi ortak bir çıkar ve yöneliş belirmemişken, böylesi bir proje elbette bir hayal olmaktan öteye geçememiştir.
Erbakan’ın İran ve D-8 politikaları, Libya ziyareti ve soğuk savaş sonrası ABD ve NATO’nun değişen tehdit algısı ile birleşince, anti-İslami içgüdülere sahip generallerin elini güçlendirmiş ve post-modern bir darbeyle, Erbakan’a bir daha geri gelmemek üzere siyasetin kapılarını kapatmıştır.
İşte, Recep Tayyip Erdoğan’a iktidar kapısını açan bu değişen konjöktür olmuştur.
Erbakan, ‘kanlı mı olacak, yoksa kansız mı’ derken, gerçekten ciddi miydi? Aslına bakılırsa, Erbakan ve Milli Görüş akımının Türkiye’deki siyasi sistemi değiştirebilecek imkan ve kabiliyeti hiç bir zaman olmadı. Aradan geçen 15 yılın ardından bugün AK Parti’nin Türkiye’de siyasal sistemi değiştirebilecek gücü ve imkanı yoktur. İşte 28 Şubat, siyasal islamcı bir ekolün, İslam Devleti ideallerinin aslında bir hayalden ibaret olduğunu anlamalarını sağlamıştır.
Erdoğan’ın 1 Nisan 1998’de Diyarbakır’da çıktığı mahkemede, ‘Referansım İslamdır’ dediğini biliyoruz. Kuşkusuz İslamcı retoriğin devamıdır. Ancak, Erdoğan bu sözü bir daha etmemiştir. Burada AK Parti’nin kuruluş sürecini anımsamamız gerekiyor. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan, klasik anti-Amerikan, anti-Batıcı, anti-siyonist, anti-emperyalist İslamcı retorikle bir yere varılamayacağını farketmişler ve batıyla uyumlu, AB ile entegrasyondan yana, ABD ile işbirliğine önem veren, daha liberal bir söylemi benimseyerek yola devam etme kararı almışlardır. George Soros’un fonladığı TESEV Vakfı ile kurulan entelektüel ilişki, Ali Bayramoğlu, Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Mehmet Altan, Şahin Alpay, Eser Karakaş gibi liberal aydınların desteği ve kuşkusuz Hizmet Hareketi’nin toplumsal tabanı AK Parti’nin yeni yol haritasında önemli etkenler olmuşlardır.
11 Eylül saldırıları, ABD’nin güvenlik algısını yeniden tanımlamasına neden olmuştur. ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ bu yapılan analiz sonucu ortaya çıkmıştır. Arap Baharı da işte bu proje bağlamında ilerleyen bir süreçtir. ABD bu süreci desteklerken, Rusya, Çin ve İran’ın bu sürece direnmeleri biraz önce andığım jeopolitik mücadelenin önemli bir göstergesidir. AK Parti Hükümeti, bu saflaşmada ilkeli dış politika söylemiyle, ABD ve NATO’nun dış politika ve güvenlik algısına uygun davranmıştır.
‘Sol,’ Mehmet Ocaktan’ın Star Gazetesi’nde, Bulaç’a yanıt olarak yazdığı yazısında da dediği gibi, Erdoğan’ı sevmez. Ancak bunun nedeni, salt değerler sistemi uyuşmazlığı değil, solun klasik anti-Amerikan anti-küreselci tutumu dolayısıyladır da. AK Parti entellektüellerinin, Arap Baharı’nın arkasında Amerika’yı görmek ve göstermek iste-meme-lerinin nedeni, Türkiye’de ve AK Parti tabanında Anti-Amerikan düşüncenin hala güçlü olmasından kaynaklanır.
Ocaktan, solun Erdoğan’ı eleştirmesini anlaşılır bulurken, Bulaç’ın eleştirmesini anlamsız buluyor ve eleştirel yaklaşımını ‘O zaten Erdoğan’ı sevmez’ kolaycılığıyla açıklıyor.
Bulaç, Türkiye’de İslamcılığın elifbasını yazan isim. Twitter’da ilk ben yazdım. ‘Kendisini ‘Muhafazakar Demokrat’ olarak tanımlayan bir partiye, İslamcılık temelli eleştiriler gereksizdir.’ diye.
Anlaşılan, Bulaç, İslamcılığın teorisini yazmış bir entelektüel olarak, İslamcı gelenekten gelen insanların İslam adına iktidarda olduklarına değil ama İslam’ı iktidara gelmek için bir enstrüman olarak kullandıklarına kani olarak hayal kırıklığı yaşamakta.
Başbakan ve AK Parti, İslamcı değiliz diyorsa elbette beyan esas alınmalı ve İslamcılık temelli eleştiriler de yapılmamalı kanımca.
Ancak Başbakan’ın Türk siyasetinde Müslüman bir özne olarak bulunduğu ve bir mümin olduğu da gerçektir. Bu anlamda, Başbakan’ın ne kadar dindar olduğu, namazlarını ne denli dikkatli kıldığı kendisi ile Rabbi arasındadır. İnsanların, Başbakan’ın ya da genel olarak AK Parti’nin İslamla olan ilişkisine bakarken, ‘Adalet’ duygusuna ve devletin imkanlarını ve halkın parasını, adil bir şekilde kullanıp kullanmadıklarına bakarak anlamalılar.
Adaletli yönetim, Müslüman yönetici için bir vazife olmanın ötesinde, ibadettir.
Müslüman yönetici, adaletin mülkün temeli olduğunu, adaleti sağlayamadığı zaman da zail olacağını ve zulüm ile âbâd olanın âhirinin de berbat olacağını bilerek ve inanarak hareket eder.